Hayat
olabildiğine sıkıcı bir hâl almışken biraz atmosfer değişikliği ne iyi giderdi…
Kendi
kabuğumu kırıp dış dünyaya açılmak gibiydi çalışmak.
İşe
başladığım ilk gün hissettiğim şey şuydu: “İnsan, çalışmalı. Hayatın bir anlamı
olmalı ve o anlam çalışmakta gizli.”
Sabah
trafiğinde Ankara’nın ne kadar sıkıcı olabileceğini, sonra radyoda sevdiğin
şarkının çalmasını beklemenin ne kadar heyecan verici olabileceğini, aslında şu
geveze adamların bazı zaman mühim şeyler de söyleyebileceğini… İşte bunların
hepsini yaşarken öğrendim ben, telaşlı bir Ankara sabahında.
İlk
iş günümün sabahı, ayılmakla farkındalık arasındaki ince çizgide geldi geçti. Üniversiteme
giderken yaptığım nispeten uzun yolculukları ve yolları anımsadım. Aradan dört
koca senenin geçtiğini düşünmek ürpertici değil de neydi! Bunca zaman hayatım
neredeydi? Cevabını bilmediğim sorular korkutuyordu. Ve ben korkunca kaçarım
sevgilim. En sevdiğim şeydir küçük bir çocuk gibi karanlıktan korkup kaçmak,
koşar adım uzaklaşmak.
Fakat
ben bu sefer kalabalığa karışmayı seçtim, denedim en azından. İlk günüm öyle
yoğun geçmişti ki yerçekimi benim dünyamınkinden daha güçlü bir gezegende zaman
akmakla akmamak arasında, hızlıdan yavaşa, yavaştan daha da yavaşa doğru
geçiyordu. O kadar yoğun yaşadığım bir gün oldu ki saat 7’yi biraz geçerken
merdivenlerden inerken sendelediğimi hissettim. Bu yavaşlık, yavaşlıktan ziyade
bu yoğunluk ve dolu doluluk beni sersemletmişti. Başım döndü. İnsan içinde
olmak; insanların öyküleri, onlara ortak olmak ve bazen iyi bir dinleyici bazı
an iyi bir anlatıcı olmak… Evet, fiziksel olarak yaptıklarımın ötesinde olan da
buydu. Belki çekici gelen de buydu: Çünkü her insan ayrı bir öykünün kapılarını
aralıyordu.
“Herkesle
aynı pencereden bakmak hayata…” Yapamadığım şey işte misal. Yaptığım her şeye
bir benlik katmak, her şeyi daha katlanılır hâle getiriyordu. Hani ruhunu da
katmak işe, yemeğin tuzu baharatı gibi.
İlk
günler ayrılığın acısı ile yeni bir şeyler öğrenmenin tatlı telaşı arasında,
ortaya karışık kıvamda geçti. Bazı günler Deniz’le görüntülü konuşuyorduk. Sonraları
fark ettim ki ayrılık ona pek de koymamıştı. Çocuk olmanın güzel yanı da buydu.
Hayat, ciddiye alınamayacak kadar eğlenceli bir oyundu. Gerçekten takmıyor
muydu yoksa olgunluk mu ediyordu acısını ve özlemini gizleyip? Öyle ya kocaman
bir olgunluğu küçücük bir çocuktan beklemek kimin aklına gelirdi?
Yoğunluğun
ve akışın içinde kaybolmak iyi gelmişti. Şu zamansızlık gelip vurmasaydı ya bir
de! Günün yorgunluğu, tünün özlemi; ev, eş, çocuk derken yeniden kaybolmak mı
dersiniz boğulmak mı bilmem ama. Ben her ikisinden de biraz biraz tadar oldum.
Zihin yorgunluğunun yanında beden yorgunluğunun lafı olmazdı. O yüzden de
tercihim biraz bu yönde olmuştu. Kendime biçilmiş olanı bir kenara atıp yeni
bir tecrübe edinme isteğim tam olarak da bundandı. Ama heyhat, kapıyı çekip
çıktığımda her şeyi orada bırakamıyordum ki. Yavaş yavaş zihnimin dolduğunu
hissediyordum.
Evin
kapısını açarken yorulmuş olmak gibi bir lüksüm olmadığını anımsayıp “yüzümde
en sahici gülümsememle” oğlumun boynuma atılmasını bekliyordum. Hani bir
öpücüğü tüm yorgunluğunu alır ya insanın. İşte öyle bir şey. Ama gel gör ki o
öpücüğü alana kadar pek de iyi değilsin. Hatta bazen kalp masajı gerekiyor.
Masallardaki gibi olmuyor her şey. Kendime şunu soruyorum kapının kilidini
açarken: “Güne, şey yani günün geri kalanına -artık ne kadar enerjin ve zamanın
kaldıysa- tüm enerjini ve zamanını vakfetmeye hazır mısın?” Başka cevap hakkı
varmış gibi sorduğum soruya bakın sayın hâkim. “Evet!” Nikah kıymıyoruz ama.
Yine de: “Evet!” Zaten Karagümrük’ü de ben yakmadım mı?
İşte
o bildiğiniz, belli bir zamandan sonra rutine binen her şey gibi, ye iç, yedir
içir, soyun giyin, soyundur giydir fasılları… Çünkü annelik, çünkü çifte mesai
ve gece vardiyası var bu ikinci mesainin.
Ve bir yanda da deli gibi yaşamak arzusu, geri kalan zamanı…
Uyumaktan
nefret eder gibiyim şu sıralar. Hani ölünce sevemezsem seni, hani uyur da
ıskalarsam hayatı… Şu zamansızlık en çok da beni buluyor, bölünürken
parçalanıyorum binbir parçama. Bazı akşamlar Deniz’le birlikte beşiğe girmek,
anneliğin vicdan rahatlatma sanatına dâhil. Onun da hakkı biraz nasibini almak
annesinden. Kuralların ehemmiyeti yok. Fuck the system! Çocuk varsın alışsın
anneyle uyumaya… Ama anne yine de dirensin uykuya ve uykusuzluğa. Eğer olur da
yanına kıvrılıp da gerçekten uyumuşsam hakaret sayarım kendime! Hani o en
sevdiğin dizinin son bölümü, hani bi kahve? Hani o günün keyif anı, hani o boş
boş oturmak ve boşluğa dalmak ve bırakmak kendini zamanları? Okumaya vakit yok
kabul de. Zihni boşaltmak da mı yasak be kardeşim! Ha mutfaaak… O var tabii.
“Masa da masaymış ha!” Bana mısın demedi bu kadar yüke de şimdi kim toplayacak
onu? Bölün bölünebildiğin kadar, matematiği sensin bu hayatın!
Yarım
kalan telefon konuşmaları hatırlıyorum. “Ben seni müsait olunca arayayım mı?”
“müsait?” “olunca?” Birleştiremedim. Müsait olmak kimi zaman bir akşamüstüyse
çoğu zaman gece yarısı. Yani diyorum ki yaz saati uygulamasına geçmedi Türkiye.
Bazı an bir bakıyorsun üç gün sonrasına tesadüf etmiş müsait olmak.
Dolduracağın boşluğun çoksa her şeye zamanın var da zaten doluysan almıyor
fazlasını. En son ne zaman gezerek alışveriş yaptın? En son ne zaman sinemaya
gittin? Şu eline aldığın kitabı kaçıncı kez sayfalarını çeviremeden yerine bıraktın?
Kaç kez eline aldın kâğıdı kalemi de yazamadın? Yarım kaldın, yarına kaldın.
Sahi seni tamamlayan bir yarın vardı. Yarım kaldın, yarına kaldın. En çok da
yar başında andın…
İnsan
en çok da sevdiklerini özlüyor. Koca bir şehirde yaşamak bu mu? Tüm
zamansızlıklar sizi buluyor. Annemi özlesem misal. Kontörüm yetse vaktim
yetmiyor uzun uzun konuşmaya. Arabaya benzin aldım da yol uzun yol. Benzin
olmuş kaç lira! Alıp başımı gideyim bir hafta sonu diyorsun, ev bağırıyor
arkandan, bebe desen paçana yapışır. Bebe değil o, sorumluluk işte, seni tutan.
Bebe olsa duramazsın. Onu da alır çıkarsın da. Bakma sen… Gel dersin gelmez kal
dersin kalmaz hiçbiri.
Dört
duvarın arasına sığamadım, sıkıştım da sıkıştım. Hayat beni seçim yapmaya
sürüklüyor. Zamanımı biraz bölsem diyorum, özlemek çarpıyor suratıma. Kendimden
eksiltip sana koysam biraz, ne uzuyor ne kısalıyoruz işte, hayat… Bak şuraya,
azıcık uykum artmış. İlk defa kızmadım kendime beşikte uyuyakaldım diye. Sadece
şimdi, çıkar pijamalarını ve güne başla.
En
çok anneni mi seviyorsun babanı mı? Ne saçma soru, değil mi? Kızmayın ama. Ben
hep annemi seçerdim. Çünkü ben annemle büyüdüm. Bir çocuğun en büyük hakkıydı
annesiyle olmak. Ama anneye sordunuz mu hiç? Belki bir nefesti ihtiyacı olan.
Çıksa gitse mesela şöyle kafasına esse, çıksa gitse. Sevmediğinden mi? Birini
daha çok mu sevmeli insan tercih etmek için? Belki sadece çok istedi, belki o
an ona ihtiyacı vardı da gitti. Sorumluluklar azizim, sen artık sen olamazsın
ki. Bir sen var ki senden içeri. “Bir kadını ortadan ikiye böl; yarısı annedir,
yarısı çocuk.” Çocuk yanım atlı karıncaya binmek istiyor da… Sence umurunda mı
çocuğunun karnını doyuran annenin? Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış.
Aşk olsun be hayat! “Yani diyorum ki ben sana küsüm.”
…
Ne okulumu bitirdim, ne çalışıyorum, ne evliyim, ne de anneyim... Ama içimde sanki bunları yaşayan benmişim gibi bir his oluşuyor. Senin yerine yoruluyor, senin yerine o beşikteki huzuru alıyorum.. Ben seni çok seviyorum Merve Özgünlü'm
YanıtlaSil