20 Nisan 2018 Cuma

Bir KADIN'ın Trafiği



Hayat olabildiğine sıkıcı bir hâl almışken biraz atmosfer değişikliği ne iyi giderdi…
Kendi kabuğumu kırıp dış dünyaya açılmak gibiydi çalışmak.
İşe başladığım ilk gün hissettiğim şey şuydu: “İnsan, çalışmalı. Hayatın bir anlamı olmalı ve o anlam çalışmakta gizli.”

Sabah trafiğinde Ankara’nın ne kadar sıkıcı olabileceğini, sonra radyoda sevdiğin şarkının çalmasını beklemenin ne kadar heyecan verici olabileceğini, aslında şu geveze adamların bazı zaman mühim şeyler de söyleyebileceğini… İşte bunların hepsini yaşarken öğrendim ben, telaşlı bir Ankara sabahında.

İlk iş günümün sabahı, ayılmakla farkındalık arasındaki ince çizgide geldi geçti. Üniversiteme giderken yaptığım nispeten uzun yolculukları ve yolları anımsadım. Aradan dört koca senenin geçtiğini düşünmek ürpertici değil de neydi! Bunca zaman hayatım neredeydi? Cevabını bilmediğim sorular korkutuyordu. Ve ben korkunca kaçarım sevgilim. En sevdiğim şeydir küçük bir çocuk gibi karanlıktan korkup kaçmak, koşar adım uzaklaşmak.

Fakat ben bu sefer kalabalığa karışmayı seçtim, denedim en azından. İlk günüm öyle yoğun geçmişti ki yerçekimi benim dünyamınkinden daha güçlü bir gezegende zaman akmakla akmamak arasında, hızlıdan yavaşa, yavaştan daha da yavaşa doğru geçiyordu. O kadar yoğun yaşadığım bir gün oldu ki saat 7’yi biraz geçerken merdivenlerden inerken sendelediğimi hissettim. Bu yavaşlık, yavaşlıktan ziyade bu yoğunluk ve dolu doluluk beni sersemletmişti. Başım döndü. İnsan içinde olmak; insanların öyküleri, onlara ortak olmak ve bazen iyi bir dinleyici bazı an iyi bir anlatıcı olmak… Evet, fiziksel olarak yaptıklarımın ötesinde olan da buydu. Belki çekici gelen de buydu: Çünkü her insan ayrı bir öykünün kapılarını aralıyordu.

“Herkesle aynı pencereden bakmak hayata…” Yapamadığım şey işte misal. Yaptığım her şeye bir benlik katmak, her şeyi daha katlanılır hâle getiriyordu. Hani ruhunu da katmak işe, yemeğin tuzu baharatı gibi.
İlk günler ayrılığın acısı ile yeni bir şeyler öğrenmenin tatlı telaşı arasında, ortaya karışık kıvamda geçti. Bazı günler Deniz’le görüntülü konuşuyorduk. Sonraları fark ettim ki ayrılık ona pek de koymamıştı. Çocuk olmanın güzel yanı da buydu. Hayat, ciddiye alınamayacak kadar eğlenceli bir oyundu. Gerçekten takmıyor muydu yoksa olgunluk mu ediyordu acısını ve özlemini gizleyip? Öyle ya kocaman bir olgunluğu küçücük bir çocuktan beklemek kimin aklına gelirdi?

Yoğunluğun ve akışın içinde kaybolmak iyi gelmişti. Şu zamansızlık gelip vurmasaydı ya bir de! Günün yorgunluğu, tünün özlemi; ev, eş, çocuk derken yeniden kaybolmak mı dersiniz boğulmak mı bilmem ama. Ben her ikisinden de biraz biraz tadar oldum. Zihin yorgunluğunun yanında beden yorgunluğunun lafı olmazdı. O yüzden de tercihim biraz bu yönde olmuştu. Kendime biçilmiş olanı bir kenara atıp yeni bir tecrübe edinme isteğim tam olarak da bundandı. Ama heyhat, kapıyı çekip çıktığımda her şeyi orada bırakamıyordum ki. Yavaş yavaş zihnimin dolduğunu hissediyordum.

Evin kapısını açarken yorulmuş olmak gibi bir lüksüm olmadığını anımsayıp “yüzümde en sahici gülümsememle” oğlumun boynuma atılmasını bekliyordum. Hani bir öpücüğü tüm yorgunluğunu alır ya insanın. İşte öyle bir şey. Ama gel gör ki o öpücüğü alana kadar pek de iyi değilsin. Hatta bazen kalp masajı gerekiyor. Masallardaki gibi olmuyor her şey. Kendime şunu soruyorum kapının kilidini açarken: “Güne, şey yani günün geri kalanına -artık ne kadar enerjin ve zamanın kaldıysa- tüm enerjini ve zamanını vakfetmeye hazır mısın?” Başka cevap hakkı varmış gibi sorduğum soruya bakın sayın hâkim. “Evet!” Nikah kıymıyoruz ama. Yine de: “Evet!” Zaten Karagümrük’ü de ben yakmadım mı?

İşte o bildiğiniz, belli bir zamandan sonra rutine binen her şey gibi, ye iç, yedir içir, soyun giyin, soyundur giydir fasılları… Çünkü annelik, çünkü çifte mesai ve gece vardiyası var bu ikinci mesainin.  Ve bir yanda da deli gibi yaşamak arzusu, geri kalan zamanı…

Uyumaktan nefret eder gibiyim şu sıralar. Hani ölünce sevemezsem seni, hani uyur da ıskalarsam hayatı… Şu zamansızlık en çok da beni buluyor, bölünürken parçalanıyorum binbir parçama. Bazı akşamlar Deniz’le birlikte beşiğe girmek, anneliğin vicdan rahatlatma sanatına dâhil. Onun da hakkı biraz nasibini almak annesinden. Kuralların ehemmiyeti yok. Fuck the system! Çocuk varsın alışsın anneyle uyumaya… Ama anne yine de dirensin uykuya ve uykusuzluğa. Eğer olur da yanına kıvrılıp da gerçekten uyumuşsam hakaret sayarım kendime! Hani o en sevdiğin dizinin son bölümü, hani bi kahve? Hani o günün keyif anı, hani o boş boş oturmak ve boşluğa dalmak ve bırakmak kendini zamanları? Okumaya vakit yok kabul de. Zihni boşaltmak da mı yasak be kardeşim! Ha mutfaaak… O var tabii. “Masa da masaymış ha!” Bana mısın demedi bu kadar yüke de şimdi kim toplayacak onu? Bölün bölünebildiğin kadar, matematiği sensin bu hayatın!

Yarım kalan telefon konuşmaları hatırlıyorum. “Ben seni müsait olunca arayayım mı?” “müsait?” “olunca?” Birleştiremedim. Müsait olmak kimi zaman bir akşamüstüyse çoğu zaman gece yarısı. Yani diyorum ki yaz saati uygulamasına geçmedi Türkiye. Bazı an bir bakıyorsun üç gün sonrasına tesadüf etmiş müsait olmak. Dolduracağın boşluğun çoksa her şeye zamanın var da zaten doluysan almıyor fazlasını. En son ne zaman gezerek alışveriş yaptın? En son ne zaman sinemaya gittin? Şu eline aldığın kitabı kaçıncı kez sayfalarını çeviremeden yerine bıraktın? Kaç kez eline aldın kâğıdı kalemi de yazamadın? Yarım kaldın, yarına kaldın. Sahi seni tamamlayan bir yarın vardı. Yarım kaldın, yarına kaldın. En çok da yar başında andın…

İnsan en çok da sevdiklerini özlüyor. Koca bir şehirde yaşamak bu mu? Tüm zamansızlıklar sizi buluyor. Annemi özlesem misal. Kontörüm yetse vaktim yetmiyor uzun uzun konuşmaya. Arabaya benzin aldım da yol uzun yol. Benzin olmuş kaç lira! Alıp başımı gideyim bir hafta sonu diyorsun, ev bağırıyor arkandan, bebe desen paçana yapışır. Bebe değil o, sorumluluk işte, seni tutan. Bebe olsa duramazsın. Onu da alır çıkarsın da. Bakma sen… Gel dersin gelmez kal dersin kalmaz hiçbiri.

Dört duvarın arasına sığamadım, sıkıştım da sıkıştım. Hayat beni seçim yapmaya sürüklüyor. Zamanımı biraz bölsem diyorum, özlemek çarpıyor suratıma. Kendimden eksiltip sana koysam biraz, ne uzuyor ne kısalıyoruz işte, hayat… Bak şuraya, azıcık uykum artmış. İlk defa kızmadım kendime beşikte uyuyakaldım diye. Sadece şimdi, çıkar pijamalarını ve güne başla.

En çok anneni mi seviyorsun babanı mı? Ne saçma soru, değil mi? Kızmayın ama. Ben hep annemi seçerdim. Çünkü ben annemle büyüdüm. Bir çocuğun en büyük hakkıydı annesiyle olmak. Ama anneye sordunuz mu hiç? Belki bir nefesti ihtiyacı olan. Çıksa gitse mesela şöyle kafasına esse, çıksa gitse. Sevmediğinden mi? Birini daha çok mu sevmeli insan tercih etmek için? Belki sadece çok istedi, belki o an ona ihtiyacı vardı da gitti. Sorumluluklar azizim, sen artık sen olamazsın ki. Bir sen var ki senden içeri. “Bir kadını ortadan ikiye böl; yarısı annedir, yarısı çocuk.” Çocuk yanım atlı karıncaya binmek istiyor da… Sence umurunda mı çocuğunun karnını doyuran annenin? Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış. Aşk olsun be hayat! “Yani diyorum ki ben sana küsüm.”







1 yorum:

  1. Ne okulumu bitirdim, ne çalışıyorum, ne evliyim, ne de anneyim... Ama içimde sanki bunları yaşayan benmişim gibi bir his oluşuyor. Senin yerine yoruluyor, senin yerine o beşikteki huzuru alıyorum.. Ben seni çok seviyorum Merve Özgünlü'm

    YanıtlaSil

Blogda Ara

Son Yazılar

Tüm Yazıları Göster

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı