1 Aralık 2018 Cumartesi

İSTANBULLU GELİN ÜZERİNDEN



Epeydir Türk dizisi izlemiyordum. Başta büyük hevesle başladıysam da dizinin devamını getiremedim. Derken UTC girdi hayatıma, yirmi küsür bölüm yardırdım ki herkesle birlikte TV’den izleyeyim diye. Amma velakin hayaller, TV’den izleyip reklam arası Instagram’da gıybet; gerçekler, dizüstü bilgisayardan günler sonra bütün dedikodu bittikten sonra yüz küsür parça hâlinde dizi izleme keyfi (!).

Derken Netflix, derken BluTV falan filan… İşte temelli kopmuştum ki hayatımda azıcık dram ve melankoli eksikliği yaşadığımı hissedince özüme döndüm. Türk dramı bana çok hitap ediyor. Diğerleri kesmiyor valla ne yalan söyleyeyim. Aşkı bizim gibi yaşamıyor onlar. Aşkı da nefreti de, hatta ihaneti bile!
İşte böyle bir günde başladım yeniden İstanbullu Gelin izlemeye…
Hazır sezon finali, yaz tatili falan derken ben temizinden bir 10 küsür bölüm izlerim yeni sezonu yakalamak için dedim. Bir de yeni sezonla ilgili küçük bir paylaşıma denk geldim Instagram’da. Merakım alevlendi yeniden. Şu an 48. Bölümdeyim işte. Son bir iki bölümdür aklımda bir şeyler var söylemek istediğim.
Şimdi ara sıra burada da her Türk dizisinde olduğu gibi belli mantık hataları oluyor elbette. Ay bir de Türkçe hataları, anlatım bozuklukları falan olunca saç baş yoldurtmuyor değil ama. Gel gör ki ben bu diziyi başka bir şey için izliyorum: karakterler… Onlara öyle güzel can verilmiş ki bu yüzden bağlıyor kendine beni dizi. Ruh hâllerine tanıklık ediyorum her birinin ve fark ediyorum ki hiçbiri o kadar uzak değil gerçek hayatlarımıza…
Dizi ve filmlerin insan üzerinde muhteşem üstü bir etkisi, gücü vardır. Size bir bakış sunar ve yine o aynı bakışı ancak kendisi isterse değiştirir. Misal Esma Sultan… Başta hepimiz ondan nefret etsek de sonraları onun da derinlerine indiğimizde yaraları bizim yaralarımız olur ve böyle böyle onu da sevmeye başlarız.
İpek peki? O her iki ucu da yaşatan bir karakter. Yer yer acılarına tanık olup ona acımak, onu anlamak içimizden geldiyse de beş dakika sonra fikrimizi değiştirecek kadar kötü bir hamle yapmaktan geri kalmıyor.
Bazen düşünüyordum ben. Yani diziden önce de hep düşünmüşümdür:
“Bir insan nasıl bu kadar kötü olabilir?”
Ama biliyor musunuz? Var böyle tipler. Sadece iyi olmak, onları görmeyi zorlaştıran toz pembe bir gözlük bence. Çünkü aklınız almıyor. İhtimal veremiyorsunuz. Lügatinizde yok böyle bir kötü. Yaşanmışlıklara dönüp bakacak olsanız eşleşme bulunamıyor. Aklım havsalam almıyor, dedikleri bu olsa gerek.
Ben de yeni yeni kavrıyorum işte. Bakmayın böyle söylediğime yani. Bana öncesinde diyen olmadı. Belki size diyen ben olurum bu vesileyle. İnsanlar kötü. Hayat acımasız. Kötüler var, hep var olacaklar. İyi sonlar çoğu zaman masallara özgü. Kimseye kolay kolay güvenmeyin. Ben ettim, siz etmeyin. :)
Buraya nereden vardım biliyor musunuz?
İpek tüm varlığını yine kötü işler çevirmeye vakfetmişken bir anda Süreyya ile sarmaş dolaş oldu ya hani anneliği mevzubahis olunca. Ha dedim, olacak bu kız. Işık var. Çünkü bizim insanımız annelerin melek olduğuna inanır. Bütün anneler melektir, iyidir. Kötü kalpli bir kadın bile anne olsa annelik milattır. O da artık iyidir. Çünkü kimileri koşulsuz ve gerçek sevgiyi ancak anne olunca tadabilir. Ne yazık…
Ama daha da yazık olan bir şey var ki annelikle tattıkları sevgi duygusunu - gerek sevmek gerek sevilmek olarak her iki boyutuyla hayatlarına dâhil edebilseler de - ne yazık ki sevgiyi bir yaşam felsefesi hâline getirip iyi olabilmek çok daha meşakkatli bir iş. Bilemiyorum, belki çok daha öncesine bakmak gerek. Bir önceki anneye mesela. İpek için değilse bile benim hayatıma giren İpekler için anne sevgisinden yoksun büyüdüklerinden ötürü bu sevgi kavramıyla çok geç tanışmış olmaları bir sebep olabilir mesela. Öte yandan İpek klasik zengin ve şımarık bir kız çocuğu olarak yetiştiği için evveliyatında söz konusu sevgiden mahrum kalmış olması da muhtemel. Sevgi her şeyin anahtarı aslında baksanıza.

İlerleyen sahnelerde anneliğin meleklik pelerinini hızla soyunan İpek yine kötülüklerine devam ediyor. Sonra hiç beklenmedik bir anda Süreyya ile gayet de kanka olup iki elti sarmaş dolaş şakalar, komiklikler ve birtakım sevimlilikler yapıyor. O an diziyi şöyle bir durdurdum. Tabii benim aptal kafam tamamen masum bir şekilde önce: “Nasıl yani? Nasıl bu kadar iyi rol yapıyor? Anlayamıyorum.” falan demeye başladı. Oysa daha sonra o sahneyi birkaç kez daha düşünüp doğru cevabı buldum, diyebilirim.
Ben ve benim gibiler için hayat öylesine gerçektir ki düşündüğünün, hissettiğinin aksini yapmak büyük bir rol yeteneği ister. Oysa gerçek kötülerin böyle bir derdi yoktur. Kötü olmaktan arta kalan zamanlarında ruhlarını böyle sadistçe bir zevkle doyurup tatmin etmeye çalışırlar. Yani yarım saat önce pür kötü olan İpek ve İpek gibiler için yarım saat sonra aslında nefret ettiği biriyle paylaştıkları sevgi dolu anlar da en az nefret dolu anları kadar gerçektir. Bunlar bir çeşit ruh hastasıdır tam teşhisini koymak bana kalmamışsa da. Enerjimizi emen böyle vampirler hemen hepimizin hayatlarında olmuştur. Fark etmek zaman alıyor sadece, orasını kabul ediyorum.

Yani demem o ki ben böyle tipler tanıdım. Önceleri on yüz bin bilinmeyenli bir denklem gibi zor geliyordu yaşananları çözmek. Şimdi her şey çok berrak ve net. Bu insanlardan sağlıklı ve mantıklı bir şeyler beklemek başlı başına bir hata olduğu için denkleme mantık ve sevgiyi aynı anda koyduğunuzda işin içinden çıkamamanız bir tesadüf değil…

Şu son bir yıl içinde hayatımda böylesine sinsi bir insana yer vermiş, değer vermiş olmanın pişmanlığı var içimde…
Keşke hayatın ön izlemesi olsaydı da biz şöyle bir 50-60 yaşımıza kadar ön izleme modunda devam edip piştikten sonra başlasaydık yaşamaya…
İyiler kıymetlidir; çünkü çok nadir rastlanır onlara.
Hayatınızdaki iyileri “iyi” seçin.
Sevgi dolu bir dünyaya…


Bu yazıma yorum yapabilirsiniz.

Blogda Ara

Son Yazılar

Tüm Yazıları Göster

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı