Epeydir Türk dizisi izlemiyordum.
Başta büyük hevesle başladıysam da dizinin devamını getiremedim. Derken UTC
girdi hayatıma, yirmi küsür bölüm yardırdım ki herkesle birlikte TV’den
izleyeyim diye. Amma velakin hayaller, TV’den izleyip reklam arası Instagram’da
gıybet; gerçekler, dizüstü bilgisayardan günler sonra bütün dedikodu bittikten
sonra yüz küsür parça hâlinde dizi izleme keyfi (!).
Derken Netflix, derken BluTV
falan filan… İşte temelli kopmuştum ki hayatımda azıcık dram ve melankoli
eksikliği yaşadığımı hissedince özüme döndüm. Türk dramı bana çok hitap ediyor.
Diğerleri kesmiyor valla ne yalan söyleyeyim. Aşkı bizim gibi yaşamıyor onlar.
Aşkı da nefreti de, hatta ihaneti bile!
İşte böyle bir günde başladım
yeniden İstanbullu Gelin izlemeye…
Hazır sezon finali, yaz tatili
falan derken ben temizinden bir 10 küsür bölüm izlerim yeni sezonu yakalamak
için dedim. Bir de yeni sezonla ilgili küçük bir paylaşıma denk geldim
Instagram’da. Merakım alevlendi yeniden. Şu an 48. Bölümdeyim işte. Son bir iki
bölümdür aklımda bir şeyler var söylemek istediğim.
Şimdi ara sıra burada da her Türk
dizisinde olduğu gibi belli mantık hataları oluyor elbette. Ay bir de Türkçe
hataları, anlatım bozuklukları falan olunca saç baş yoldurtmuyor değil ama. Gel
gör ki ben bu diziyi başka bir şey için izliyorum: karakterler… Onlara öyle
güzel can verilmiş ki bu yüzden bağlıyor kendine beni dizi. Ruh hâllerine tanıklık
ediyorum her birinin ve fark ediyorum ki hiçbiri o kadar uzak değil gerçek
hayatlarımıza…
Dizi ve filmlerin insan üzerinde
muhteşem üstü bir etkisi, gücü vardır. Size bir bakış sunar ve yine o aynı
bakışı ancak kendisi isterse değiştirir. Misal Esma Sultan… Başta hepimiz ondan
nefret etsek de sonraları onun da derinlerine indiğimizde yaraları bizim
yaralarımız olur ve böyle böyle onu da sevmeye başlarız.
İpek peki? O her iki ucu da
yaşatan bir karakter. Yer yer acılarına tanık olup ona acımak, onu anlamak
içimizden geldiyse de beş dakika sonra fikrimizi değiştirecek kadar kötü bir
hamle yapmaktan geri kalmıyor.
Bazen düşünüyordum ben. Yani
diziden önce de hep düşünmüşümdür:
“Bir insan nasıl bu kadar kötü olabilir?”
Ama biliyor musunuz? Var böyle
tipler. Sadece iyi olmak, onları görmeyi zorlaştıran toz pembe bir gözlük
bence. Çünkü aklınız almıyor. İhtimal veremiyorsunuz. Lügatinizde yok böyle bir
kötü. Yaşanmışlıklara dönüp bakacak olsanız eşleşme bulunamıyor. Aklım havsalam
almıyor, dedikleri bu olsa gerek.
Ben de yeni yeni kavrıyorum işte.
Bakmayın böyle söylediğime yani. Bana öncesinde diyen olmadı. Belki size diyen
ben olurum bu vesileyle. İnsanlar kötü. Hayat acımasız. Kötüler var, hep var
olacaklar. İyi sonlar çoğu zaman masallara özgü. Kimseye kolay kolay
güvenmeyin. Ben ettim, siz etmeyin. :)
Buraya nereden vardım biliyor
musunuz?
İpek tüm varlığını yine kötü
işler çevirmeye vakfetmişken bir anda Süreyya ile sarmaş dolaş oldu ya hani
anneliği mevzubahis olunca. Ha dedim, olacak bu kız. Işık var. Çünkü bizim
insanımız annelerin melek olduğuna inanır. Bütün anneler melektir, iyidir. Kötü
kalpli bir kadın bile anne olsa annelik milattır. O da artık iyidir. Çünkü
kimileri koşulsuz ve gerçek sevgiyi ancak anne olunca tadabilir. Ne yazık…
Ama daha da yazık olan bir şey
var ki annelikle tattıkları sevgi duygusunu - gerek sevmek gerek sevilmek
olarak her iki boyutuyla hayatlarına dâhil edebilseler de - ne yazık ki sevgiyi
bir yaşam felsefesi hâline getirip iyi olabilmek çok daha meşakkatli bir iş.
Bilemiyorum, belki çok daha öncesine bakmak gerek. Bir önceki anneye mesela.
İpek için değilse bile benim hayatıma giren İpekler için anne sevgisinden
yoksun büyüdüklerinden ötürü bu sevgi kavramıyla çok geç tanışmış olmaları bir
sebep olabilir mesela. Öte yandan İpek klasik zengin ve şımarık bir kız çocuğu
olarak yetiştiği için evveliyatında söz konusu sevgiden mahrum kalmış olması da
muhtemel. Sevgi her şeyin anahtarı aslında baksanıza.
İlerleyen sahnelerde anneliğin
meleklik pelerinini hızla soyunan İpek yine kötülüklerine devam ediyor. Sonra
hiç beklenmedik bir anda Süreyya ile gayet de kanka olup iki elti sarmaş dolaş
şakalar, komiklikler ve birtakım sevimlilikler yapıyor. O an diziyi şöyle bir
durdurdum. Tabii benim aptal kafam tamamen masum bir şekilde önce: “Nasıl yani?
Nasıl bu kadar iyi rol yapıyor? Anlayamıyorum.” falan demeye başladı. Oysa daha
sonra o sahneyi birkaç kez daha düşünüp doğru cevabı buldum, diyebilirim.
Ben ve benim gibiler için hayat
öylesine gerçektir ki düşündüğünün, hissettiğinin aksini yapmak büyük bir rol
yeteneği ister. Oysa gerçek kötülerin böyle bir derdi yoktur. Kötü olmaktan
arta kalan zamanlarında ruhlarını böyle sadistçe bir zevkle doyurup tatmin
etmeye çalışırlar. Yani yarım saat önce pür kötü olan İpek ve İpek gibiler için
yarım saat sonra aslında nefret ettiği biriyle paylaştıkları sevgi dolu anlar
da en az nefret dolu anları kadar gerçektir. Bunlar bir çeşit ruh hastasıdır
tam teşhisini koymak bana kalmamışsa da. Enerjimizi emen böyle vampirler hemen
hepimizin hayatlarında olmuştur. Fark etmek zaman alıyor sadece, orasını kabul
ediyorum.
Yani demem o ki ben böyle tipler
tanıdım. Önceleri on yüz bin bilinmeyenli bir denklem gibi zor geliyordu
yaşananları çözmek. Şimdi her şey çok berrak ve net. Bu insanlardan sağlıklı ve
mantıklı bir şeyler beklemek başlı başına bir hata olduğu için denkleme mantık
ve sevgiyi aynı anda koyduğunuzda işin içinden çıkamamanız bir tesadüf değil…
Şu son bir yıl içinde hayatımda
böylesine sinsi bir insana yer vermiş, değer vermiş olmanın pişmanlığı var içimde…
Keşke hayatın ön izlemesi olsaydı
da biz şöyle bir 50-60 yaşımıza kadar ön izleme modunda devam edip piştikten
sonra başlasaydık yaşamaya…
İyiler kıymetlidir; çünkü çok
nadir rastlanır onlara.
Hayatınızdaki iyileri “iyi”
seçin.
Sevgi dolu bir dünyaya…
Bu yazıma yorum yapabilirsiniz.